Tuesday, November 17, 2009

puslu kıtalar atlası'ndan

***
"Bilmek istediğin şeyi sana nihayet söylüyorum işte: topaç, karşı harekete erişebilecek bir araçtır ve karşı hareketi gerçekleştirmek için de boşluk gerekir. Kafan iyice karıştı değil mi? Açıklayayım. Biz, hareket etmenin karşıtının durma olduğuna inanırız. Oysa onun karşıtının karşı hareket olduğunu biliyorum. Bir örnek vereyim: bir adam Ayasofya'dan saat üçte yola çıkar; saat üçü çeyrek geçe Beyazıt'a vardığında bir yankesici onun para kesesini çarpar. Üç buçukta Aksaray'a geldiğinde başı ağrımaya başlar ve nihayet saat dörtte Topkapısı'na ulaşır.Fakat saat dörtte 'zamanın geriye doğru aktığını' farzedersen, karşı hareketi tahayyül edebilirsin. Böyle bir durumda adamın saatinin akrebi, bu kez dörtten üçe doğru hareket ederken, adam da vaktiyle atmış olduğu her bir adımı bu kez geriye doğru alarak Topkapısı'ndan Ayasofya'ya doğru, yine aynı şartlar altında, ama bu defa geri geri gitmeye başlar. Saat üç buçuğu gösterdiğinde Aksaray'a varır ve başının ağrısı kesilir. Saat üçü çeyrek geçtiği sırada Beyazıd'a geldiğinde yankesici para kesesini onun kuşağına sokar ve nihayet saat üçte Ayasofya'ya varır. Kısaca, ilk hareket sırasında neler olduysa, zamanın geriye aktığı ikinci hareket sırasında da bu kez tersine olmak üzere, aynı şeyler olur. İşte bu ikinci harekete karşı hareket diyorum ve buna erişmek de, zor olmasına rağmen imkânsız değil.

İstersen yine bir örnek vereyim.Ebrehe konuşmasını keserek eline bir kalem aldı ve bir kâğıda üç tane saat resmi çizerek Bünyamin'e uzattı...Kasteddiğim şeyi bu şekilde daha iyi anlayacaksın. İlk saat bir akrebin hareketini gösteriyor. Akrep A noktasından hareket ettikten 20 dakika sonra B noktasına, ve yine buradan hareket ettikten 20 dakika sonra C noktasına varıyor, öyle ki başladığı A'ya varması için tam 60 dakika geçmesi gerekiyor.Şimdi istersen akrebin hızının arttığını farzedelim. Bu kez döngüsünü 60 dakika yerine sözgelimi 6 dakikada tamamlar. Eğer hızı daha da artarsa, mesela tüfekten ateşlenen bir merminin hızına erişirse onun aynı anda hem A'da hem B'de ve hem de C'de olduğunu sanırız. Hatta bazı askerler nişan aldıkları düşmanlarının onlar tetiğe basar basmaz öldüklerini düşünürler. Oysa tetiğe basılmasıyla merminin bedene saplanması eş zamanlı değildir. Çünkü mermi sonsuz hızla gitmez.
Ama istersen biz, saatin akrebinin sonsuz hıza eriştiğini düşünelim. Aristatalis'in dediği gibi bu hızla giden bir cisim herhangi bir mesafeyi sıfıra eşit bir zamanda alır. Öyleyse akrebin A'dan B'ye, B'den C'ye gitmesi ve tekrar A'ya dönmesi sıfıra eşit bir zamanda olur. İşte bundan dehşet verici bir sonuç çıkar. Akrep, eğer sonsuz hıza ulaşırsa, aynı anda hem A'da, hem B'de, hem C'de olur.

Az önce verdiğim ilk örneğe dönecek olursak Ayasofya'dan yola çıkan adam eğer sonsuz hızda hareket edecek olsaydı, aynı anda hem Ayasofya'da, hem Topkapısı'nda olacaktı. Ama biz yine saat üzerinde düşünmeye devam edelim. Eğer hareketi, kırmızı olan bir şeyin yeşil olması yahut Ayasofya'da olan birinin artık Topkapısı'nda olması gibi 'herhangi bir durumda meydana gelen değişiklik' olarak tanımlarsak çok daha korkunç sonuçlara erişebiliriz. Akrebi sonsuz hızla yol alan saatin 'durumunda bir değişiklik olup olmadığına' bakalım. Acaba o hareket ediyor mu, yoksa etmiyor mu? Akrep az önce A'da idi fakat yine A'da; az önce B'de idi yine B'de ve aynı şekilde C'de. Öyleyse durumunda herhangi bir değişiklik yok. Peki durumunda herhangi bir değişiklik olmayan bir şeyin hareket ettiği söylenebilir mi? Hayır! Öyleyse akrebi sonsuza erişince bu saatin durduğu söylenebilir. Eğer onda hareket yoksa artık zaman da yoktur. Çünkü hareket olmadan zaman da olmaz.Şimdi üçüncü saate bakalım ve akrebin hızının daha da artıp sonsuz ötesine eriştiğini düşünelim. Sonsuz hız, akrebi eş zamanlı olarak üç farklı yerde birden var kılabiliyor ve saati durduruyordu. Daha yüksek hız ise, durmaktan da öte bir şeyin karşı hareketini meydana getirir. Bu durumda saatin ibresi ters yönde dönmeye başlar ve benim ulaşmak istediğim karşı hareket meydana gelir. Böylece zaman tersine akmaya başlar.
Evet sevgili delikanlı, böylece sonsuz ötesi bir hızla dönen topacın içinde bulunan birinin, zamanın gerisine yolculuk edebileceğini, bir süre sonra onun gibi bir günahkârı bekleyen Büyük Son'dan kurtulabileceğini artık anlamışsındır. Çünkü planlarını gördüğün bu büyük topaç boşlukta hareket edeceği için arzu ettiğim hıza ulaşır ve karşı hareketi gerçekleştirebilir. Bu sayede onun içindeki biri zamanda, geçmişe yolculuk edebilir."

puslu kıtalar atlası
büyük efendi/part III
İhsan Oktay Anar

Wednesday, November 4, 2009

vivre sa vie (bu izlenesi filmden önemli kareler)


"Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da
özünü hep kendine sakla" MONTAİGNE


BİR KAFE - NANA PAUL'DEN AYRILMAK İSTER
-Onu gerçekten seviyor musun?
-Bilmiyorum. Ne düşündüğümü ben de merak ediyorum.
- Onun benden daha mı çok parası var?
- Bunun ne önemi var?
-Sorun nedir?
-Hiçbir şey. Sadece dürüst davranmak istedim. Bunu söylemenin en iyi yolunun ne olduğunu bilmiyorum. Ya da biliyordum ama artık bilmiyorum. Verecek hiçbir cevabım yok. Bu sana hiç olmadı mı?
-Kendinden başka hiç kimseyi düşünmezsin, öyle değil mi?
-Çok acımasızsın.
-Acımasız değilim Nana, üzgünüm.
-Üzgün değilim Paul. Acımasızım.

***

PLACE DU CHÂTELET - BİR YABANCI -KASITSIZ FİLOZOF NANA

***

- Neden okuyorsunuz?
- Benim işim bu.

-İlginç. Birdenbire söyleyeceklerimi unuttum; bu bana çok sık olur. Ne söylemek istediğimi bilirim. Neden söylemek istediğimi bilirim. Ama konuşma zamanı geldiğinde konuşamam.

-Bu herkesin başına gelir. "Üç Silahşörler"i hiç okudun mu?

-Hayır. Ama filmini gördüm. Neden?

-Çünkü, orada bir Porthos vardır. Aslında "Yirmi Yıl Sonra"dan bahsediyorum. Porthos, uzun boylu, güçlü, biraz da aptal biridir. Hayatı boyunca hiçbir şeyi düşünmemiştir.
Bir mahzene orayı havaya uçurmak için bomba yerleştirmesi gerekmektedir. Bunu yapar. Bombayı yerleştirir, fitili ateşler. Sonra da elbette koşarak uzaklaşır. Ama o an, birden düşünmeye başlar. Koşarken adımlar birbirini bu kadar seri bir şekilde nasıl takip etmektedir?
Belki bunu daha önce sen de düşünmüşsündür. Bu düşünce yüzünden donar kalır. Hareket edemez, ilerleyemez. Bomba patlar ve mahzen üzerine çöker. İlk etapta güçlü omuzlarıyla direnmeye çalışsa da, bir ya da iki gün içinde, ezilerek hayatını kaybeder. Düşünmeye başladığı ilk an onun ölümünün sebebi olmuştur.

-Bana bu hikayeyi neden anlattınız?

-Nedeni yok, sadece konuşma olsun diye.

-Neden insanlar sürekli konuşmak zorunda? Belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı sessizce yaşamalıyız. Ne kadar çok konuşursak, kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor.

-Belki. Ama bu mümkün mü? Bilmiyorum. Bence konuşmadan yaşayamazdık.

-Ben konuşmadan yaşamak isterdim.

-Evet, güzel olurdu, değil mi? İnsanların birbirlerini daha çok sevmeleri gibi. Ama maalesef mümkün değil.

-Ama neden? Sözcükler sadece insanların düşüncelerini ifade etmeli. Bize ihanet etmemeli.

-Doğru ama biz de onlara ihanet ediyoruz. İnsan kendini ifade etmeliydi. Ve o bunu, yazarak yaptı. Düşün, Plato gibi biri hâlâ anlaşılıyor - anlaşılabiliyor. O, Eski Yunan'da yaşamıştı, 2500 yıl önce. Şu an kimse o dili bilmiyor, en azından tam olarak. Buna rağmen, hâlâ bizlere ulaşıyor. İşte bu yüzden kendimizi ifade ediyoruz. Ve etmek zorundayız.

-Neden? Birbirimizi anlamak için mi?

-Düşünmek zorundayız ve düşünmek için de sözcüklere ihtiyacımız var. Çünkü düşünmenin başka bir yolu yok. İletişim kurabilmek için konuşmalıyız; hayatın gereklerinden biri de bu.

-Evet ama bu çok zor. Bence hayat kolay olmalı. Sizin "Üç Silahşörler" konuşmanız iyi bir hikaye olabilir. Ama korkunçtu.

-Evet ama bir işaret noktası vardı. Bence, insan ancak bir süre yaşamdan feragat ettiği zaman konuşmayı öğrenir. Bedel budur.
- Yani konuşmak ölümcül müdür?

-Konuşmak neredeyse bir yeniden doğuş demektir.Bir anlamda, yaşamın diğer boyutudur.
Yani bir insan konuşabilmek için, yaşamının konuşma olmayan bölümünden geçiş yapmalıdır.
Söylemek istediğim şeyi net olarak
ifade edemiyor olabilirim ama...İnsanı, düzgün bir şekilde
konuşmaktan alıkoyan şey, yaşamdaki bu ikilemin farkında olmayışından kaynaklanmaktadır.
Ama insan günlük yaşamını sürdüremez.
Bilemiyorum, bu... Ayrımla! Dengeyi kendimiz kurarız. Sessizlikten, sözcüklere geçişimizin sebebi de budur. Bu ikilemin arasında gider geliriz
çünkü hayatın devinimi bunu gerektirir. İnsan bu şekilde, günlük yaşamdan daha üstün bir yaşama yükselir: Düşünce yaşamına! Ama işte bu yaşam da, insana, günlük yaşamından tamamiyle sıyrılmasını şart koşar.

-O halde, düşünmek ve konuşmak aynı şey midir?

-Öyle, öyle. Bu konuda Plato'nun şöyle bir sözü vardır:
"Hiç kimse düşünceyi, onu ifade eden sözcüklerden ayıramaz." Düşüncenin zorlayıcı şartı, onun ancak sözcükler vasıtasıyla kavranmasıdır.

-Peki insan, yalan riskini de üstlenmeli midir?

-Yalanlar da maceramızın bir parçasıdır. Hatalar ve yalanlar birbirlerine benzer. Tabii burada sıradan yalanlardan bahsetmiyorum. Birine gideceğine dair söz verirsin; ama canın istemez ve gitmezsin. Görüyorsun ya, bunlar basit şeyler. Ama incelikli bir yalan hatadan biraz daha farklıdır.

İnsan bazen düşünür ama bir türlü doğru sözcüğü bulamaz. Bazen ne söyleyeceğini bilemeyişinin sebebi budur. Doğru sözcüğü bulamamaktan korkarsın.
Tek açıklaması bu.


-İnsan, doğru sözcüğü bulduğundan nasıl emin olabilir?

-Çalışması gerekir. Gayret etmelidir. Kişi, kendini doğru bir şekilde ifade edebilmelidir, söylenmesi gerekeni söylemeli, yapılması gerekeni yapmalıdır; incitmeden, zarar vermeden. Her insan doğruyu bulmaya çalışmalı.

-Biri bana şöyle demişti: "Her şeyde bir doğru vardır, hatalarda bile."

-Bu doğru. Fransa 17.yüzyılda bu gerçeği göremedi. Onlar, insanların hatalardan kaçınabileceklerini düşündüler. Ve dahası, insanların doğru yolu
kolayca bulabileceklerini sandılar. Bu mümkün değildir.Buna karşılık, Kant, Hegel ve Alman Felsefesi ise bizlere, doğruya ulaşmanın tek yolunun hatalardan geçtiğini gösterdi.

-Aşk hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Onun da üstesinden gelinmeli.Leibnitz, hayattaki anlamlı rastlantılara dikkat çekti. Ne de olsa, hayat kimi zaman tesadüfi, kimi zamansa zaruri gerçeklerin bir bileşkesidir. Alman felsefesi ise bize şunu gösterdi: Hayatta her insan hatalarıyla yaşar. Önemli olan bunlarla baş edebilmektir.

-Aşkın, hayatın tek gerçeği olması gerekmiyor mu?

-Bunun için, aşkın hep aynı gerçeği işaret etmesi gerekir. Bu güne kadar hiç aşık olduğu şeyin
ne olduğunu bilen birine rastladın mı? Hayır. Yirmili yaşlarında bunu bilemezsin. Yaptığın tek şey, keyfi seçimlerde bulunmaktır. "Seviyorum" kelimesi çoğu zaman fütursuzca sarf edilir. Neyi sevdiğinden emin olmak için ihtiyacın olan şey ise, olgunluktur. Doğruyu aramak! İşte yaşamın gerçeği budur. Ve aşk eğer gerçekse, ancak o zaman bir çözüm olur.

***

Monday, November 2, 2009

son şeyler ülkesinde

...
Başkalarının atmaya uygun gördüklerini incelemeli, parçalarına ayırmalı, ona yeniden can vermelisin.

Bir parça ip, bir şişe kapağı, kırılan bir sandıktan geriye kalan sağlam bir tahta...

Bunların hiçbiri gözardı edilemez.

....

Her şey parçalanır; ama her şeyin her yanı aynı anda parçalanmaz.

Önemli olan, sağlam kalan o adacıklarla pike yapmak, onların başka adacıklarla, büyüyen adaların da daha başka adalarla birleştiğini düşleyip, gözünün önüne getirmek ve böylece yeni yeni takımadaların yaratılmasını sağlamaktır.

Son Şeyler Ülkesinde
Paul Auster