Wednesday, November 4, 2009

vivre sa vie (bu izlenesi filmden önemli kareler)


"Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da
özünü hep kendine sakla" MONTAİGNE


BİR KAFE - NANA PAUL'DEN AYRILMAK İSTER
-Onu gerçekten seviyor musun?
-Bilmiyorum. Ne düşündüğümü ben de merak ediyorum.
- Onun benden daha mı çok parası var?
- Bunun ne önemi var?
-Sorun nedir?
-Hiçbir şey. Sadece dürüst davranmak istedim. Bunu söylemenin en iyi yolunun ne olduğunu bilmiyorum. Ya da biliyordum ama artık bilmiyorum. Verecek hiçbir cevabım yok. Bu sana hiç olmadı mı?
-Kendinden başka hiç kimseyi düşünmezsin, öyle değil mi?
-Çok acımasızsın.
-Acımasız değilim Nana, üzgünüm.
-Üzgün değilim Paul. Acımasızım.

***

PLACE DU CHÂTELET - BİR YABANCI -KASITSIZ FİLOZOF NANA

***

- Neden okuyorsunuz?
- Benim işim bu.

-İlginç. Birdenbire söyleyeceklerimi unuttum; bu bana çok sık olur. Ne söylemek istediğimi bilirim. Neden söylemek istediğimi bilirim. Ama konuşma zamanı geldiğinde konuşamam.

-Bu herkesin başına gelir. "Üç Silahşörler"i hiç okudun mu?

-Hayır. Ama filmini gördüm. Neden?

-Çünkü, orada bir Porthos vardır. Aslında "Yirmi Yıl Sonra"dan bahsediyorum. Porthos, uzun boylu, güçlü, biraz da aptal biridir. Hayatı boyunca hiçbir şeyi düşünmemiştir.
Bir mahzene orayı havaya uçurmak için bomba yerleştirmesi gerekmektedir. Bunu yapar. Bombayı yerleştirir, fitili ateşler. Sonra da elbette koşarak uzaklaşır. Ama o an, birden düşünmeye başlar. Koşarken adımlar birbirini bu kadar seri bir şekilde nasıl takip etmektedir?
Belki bunu daha önce sen de düşünmüşsündür. Bu düşünce yüzünden donar kalır. Hareket edemez, ilerleyemez. Bomba patlar ve mahzen üzerine çöker. İlk etapta güçlü omuzlarıyla direnmeye çalışsa da, bir ya da iki gün içinde, ezilerek hayatını kaybeder. Düşünmeye başladığı ilk an onun ölümünün sebebi olmuştur.

-Bana bu hikayeyi neden anlattınız?

-Nedeni yok, sadece konuşma olsun diye.

-Neden insanlar sürekli konuşmak zorunda? Belki de bu kadar çok konuşmamalı, hayatı sessizce yaşamalıyız. Ne kadar çok konuşursak, kelimeler de anlamlarını o kadar yitiriyor.

-Belki. Ama bu mümkün mü? Bilmiyorum. Bence konuşmadan yaşayamazdık.

-Ben konuşmadan yaşamak isterdim.

-Evet, güzel olurdu, değil mi? İnsanların birbirlerini daha çok sevmeleri gibi. Ama maalesef mümkün değil.

-Ama neden? Sözcükler sadece insanların düşüncelerini ifade etmeli. Bize ihanet etmemeli.

-Doğru ama biz de onlara ihanet ediyoruz. İnsan kendini ifade etmeliydi. Ve o bunu, yazarak yaptı. Düşün, Plato gibi biri hâlâ anlaşılıyor - anlaşılabiliyor. O, Eski Yunan'da yaşamıştı, 2500 yıl önce. Şu an kimse o dili bilmiyor, en azından tam olarak. Buna rağmen, hâlâ bizlere ulaşıyor. İşte bu yüzden kendimizi ifade ediyoruz. Ve etmek zorundayız.

-Neden? Birbirimizi anlamak için mi?

-Düşünmek zorundayız ve düşünmek için de sözcüklere ihtiyacımız var. Çünkü düşünmenin başka bir yolu yok. İletişim kurabilmek için konuşmalıyız; hayatın gereklerinden biri de bu.

-Evet ama bu çok zor. Bence hayat kolay olmalı. Sizin "Üç Silahşörler" konuşmanız iyi bir hikaye olabilir. Ama korkunçtu.

-Evet ama bir işaret noktası vardı. Bence, insan ancak bir süre yaşamdan feragat ettiği zaman konuşmayı öğrenir. Bedel budur.
- Yani konuşmak ölümcül müdür?

-Konuşmak neredeyse bir yeniden doğuş demektir.Bir anlamda, yaşamın diğer boyutudur.
Yani bir insan konuşabilmek için, yaşamının konuşma olmayan bölümünden geçiş yapmalıdır.
Söylemek istediğim şeyi net olarak
ifade edemiyor olabilirim ama...İnsanı, düzgün bir şekilde
konuşmaktan alıkoyan şey, yaşamdaki bu ikilemin farkında olmayışından kaynaklanmaktadır.
Ama insan günlük yaşamını sürdüremez.
Bilemiyorum, bu... Ayrımla! Dengeyi kendimiz kurarız. Sessizlikten, sözcüklere geçişimizin sebebi de budur. Bu ikilemin arasında gider geliriz
çünkü hayatın devinimi bunu gerektirir. İnsan bu şekilde, günlük yaşamdan daha üstün bir yaşama yükselir: Düşünce yaşamına! Ama işte bu yaşam da, insana, günlük yaşamından tamamiyle sıyrılmasını şart koşar.

-O halde, düşünmek ve konuşmak aynı şey midir?

-Öyle, öyle. Bu konuda Plato'nun şöyle bir sözü vardır:
"Hiç kimse düşünceyi, onu ifade eden sözcüklerden ayıramaz." Düşüncenin zorlayıcı şartı, onun ancak sözcükler vasıtasıyla kavranmasıdır.

-Peki insan, yalan riskini de üstlenmeli midir?

-Yalanlar da maceramızın bir parçasıdır. Hatalar ve yalanlar birbirlerine benzer. Tabii burada sıradan yalanlardan bahsetmiyorum. Birine gideceğine dair söz verirsin; ama canın istemez ve gitmezsin. Görüyorsun ya, bunlar basit şeyler. Ama incelikli bir yalan hatadan biraz daha farklıdır.

İnsan bazen düşünür ama bir türlü doğru sözcüğü bulamaz. Bazen ne söyleyeceğini bilemeyişinin sebebi budur. Doğru sözcüğü bulamamaktan korkarsın.
Tek açıklaması bu.


-İnsan, doğru sözcüğü bulduğundan nasıl emin olabilir?

-Çalışması gerekir. Gayret etmelidir. Kişi, kendini doğru bir şekilde ifade edebilmelidir, söylenmesi gerekeni söylemeli, yapılması gerekeni yapmalıdır; incitmeden, zarar vermeden. Her insan doğruyu bulmaya çalışmalı.

-Biri bana şöyle demişti: "Her şeyde bir doğru vardır, hatalarda bile."

-Bu doğru. Fransa 17.yüzyılda bu gerçeği göremedi. Onlar, insanların hatalardan kaçınabileceklerini düşündüler. Ve dahası, insanların doğru yolu
kolayca bulabileceklerini sandılar. Bu mümkün değildir.Buna karşılık, Kant, Hegel ve Alman Felsefesi ise bizlere, doğruya ulaşmanın tek yolunun hatalardan geçtiğini gösterdi.

-Aşk hakkında ne düşünüyorsunuz?

-Onun da üstesinden gelinmeli.Leibnitz, hayattaki anlamlı rastlantılara dikkat çekti. Ne de olsa, hayat kimi zaman tesadüfi, kimi zamansa zaruri gerçeklerin bir bileşkesidir. Alman felsefesi ise bize şunu gösterdi: Hayatta her insan hatalarıyla yaşar. Önemli olan bunlarla baş edebilmektir.

-Aşkın, hayatın tek gerçeği olması gerekmiyor mu?

-Bunun için, aşkın hep aynı gerçeği işaret etmesi gerekir. Bu güne kadar hiç aşık olduğu şeyin
ne olduğunu bilen birine rastladın mı? Hayır. Yirmili yaşlarında bunu bilemezsin. Yaptığın tek şey, keyfi seçimlerde bulunmaktır. "Seviyorum" kelimesi çoğu zaman fütursuzca sarf edilir. Neyi sevdiğinden emin olmak için ihtiyacın olan şey ise, olgunluktur. Doğruyu aramak! İşte yaşamın gerçeği budur. Ve aşk eğer gerçekse, ancak o zaman bir çözüm olur.

***

Monday, November 2, 2009

son şeyler ülkesinde

...
Başkalarının atmaya uygun gördüklerini incelemeli, parçalarına ayırmalı, ona yeniden can vermelisin.

Bir parça ip, bir şişe kapağı, kırılan bir sandıktan geriye kalan sağlam bir tahta...

Bunların hiçbiri gözardı edilemez.

....

Her şey parçalanır; ama her şeyin her yanı aynı anda parçalanmaz.

Önemli olan, sağlam kalan o adacıklarla pike yapmak, onların başka adacıklarla, büyüyen adaların da daha başka adalarla birleştiğini düşleyip, gözünün önüne getirmek ve böylece yeni yeni takımadaların yaratılmasını sağlamaktır.

Son Şeyler Ülkesinde
Paul Auster

Sunday, October 11, 2009

Lou Andres Salome

"Nietzsche ve Rilke’nin aşık olduğu, Freud’un yakın dostu olan kadın sevgili ve güzel Salome… Nietzsche ve Paul Rée’nin evlenme tekliflerini reddederek entelektüel birlikteliği savundu; asla cinsel birlikteliğin yaşanmadığı bir evlilik yaptı. Sadakat’i reddetti, Freud’la dostluğu ölene dek sürdü. Girdiği her ortamda etkili oldu; yaptığı ve öğrendiği her şey üzerine düşündü ve yazdı.Bu adamların yaşamana dokunmuşluğunun yanında kimdir Salome, onların yanında olmak dışındaki kimliği neydi? Ne düşündü? Ne yazdı?
“Sizin geçiş dediğiniz şey nedir? Eğer bunun arkasında onun için bu dünyadaki en harika şeyi yani özgürlüğü terk etmek gibi bir art amaç varsa, o zaman ben hep geçişe saplanıp kalmak istiyorum; çünkü vazgeçmiyorum.” Bunları yazdığı zaman yirmili yaşlarının başındaydı Salome ve bu yazısıyla o zamanlar bile ne istediğini açıkça söylüyordu. Tamamen özgürlük, kendisi için hiçbir kimseye, hiçbir şeye hesap vermemek, sürekli geçiş içinde yaşamak belirsiz ve yeni olana ilerlemek.
Rusya’da yaşayan Alman asıllı bir ailenin en küçük çocuğudur. Babası Çar’ın hizmetinde bir generaldi. Çok erken yaşta insan ilişkilerine karşı ilgi duymaya başladı. Hayalperestti. Annesinin göstermek istediği kadın imgesinden uzaktı. Kabul törenlerine katılmaktan da bu yüzden kaçınıyordu. Annesinin ona tanıttığı tanrı fikride Salome’de kişisel bir tanrıya dönüşür. Hayallerini anlattığı, konuştuğu, şakalaştığı arkadaş, dost bir tanrıdır onunki. Ergenlik döneminde tanrının ortadan kayboluşu diye isimlendirdiği durum ortaya çıkar. Onun tanrı imgesi birden bire gerçeklikle örtüşmeyen bir duruma gelir. Kendisi bu durumu, ilk çocukluk deneyimini ölüm olayıyla betimler. Salome tanrının varlığından kuşku duymuyordu tanrı sadece ölmüştü hepsi bu…
Hayatına giren ilk erkek kendisinden yirmi beş yaş büyük bir rahip olan Hendrik Gillot’ur. Bu ilişki onun gelişimi açısında önemli bir yapı taşıdır. Spinoza’yı, Leibniz’i, Kierkegaard’ı, Dostoyevski’yi ondan öğrenir. Bazı pazar vaazlerini yazar. On dokuz yaşında ailesine karşı gelerek Zürih’e gider. Burada teoloji, felsefe ve sanat tarihi okur. Yirmi dört yaşındayken “Tanrı ile Savaşım” adlı ilk romanını yazar. 1882’de İtalya’ya gider ve burada Maldivia von Meysenburgu tanır. Yalnız yaşayan ve aydın bir yazar olan Maldivia, Salome için özgür bir hayat sürmenin kadının hakkı ve görevi olduğu düşüncesini simgeler.
Bir süre sonra Roma’da Nietzsche ile tanışır. Aralarında kurulan tinsel ilişki Nietzsche tarafından bir evlilik teklifine kadar varır. Salome’den olumlu yanıtın gelmemesi ilişkilerinin kesilmesine ve Friedrich’in kötü yorumlarına neden olur. “ Bu kuru, kirli, kötü kokan maymuncuk, yalancı memeleriyle bir felaket.” Yine de Nietzsche başlangıçta Salome’nin güçlü benlik bilincinden etkilenmiş, biçemini tiksindirici bulsa da bir gün yazmayı öğreneceğini düşünmüştür. Nietzsche haklı çıkar. 1890’dan 1934’de kadar Salom’e günlük gazetelerde, haftalık dergilerde, yazınsal, felsefik ve psikolojik yayımlarda yüzden fazla makale, öykü, şiir ve kitap konuşması yayımlar. 1885-1931 arasında on dokuz kitabı çıkar. Hayat Lou’nun felsefesinin temelini oluşturur. Geleneklere uymayan bir hayat sürer. Paul Reey’le evliliğinin bitmesinin ardından Carl Andreas’la evlenir. Güvenli burjuva ortamında bir çok aşk ilişkisi yaşar. Bu aşk maceraları içindeki en ilginç olay evli olmasına rağmen ilk cinsel ilişkisini Rilke ile yaşamasıdır.
1903’te Berlin’e taşınır. Orada tiyatro “Frei Bühne”yi kuran ve haftalık dergi çıkaran sanatçı ve yazar grubuna katılır. İlk sergiledikleri oyun İbsen’in bir oyunudur. İbsen’in kadın karakterleri Salome’yi çok etkiler. Bu ilgi İbsen’in kadınları adlı bir eser yayımlayana kadar sürer. Psikanalize ilgi duyan Salome Viyana’da Freud ile tanışır. Freud’un onu desteklemesi ve onurlandırması Salome’yi cesaretlendirir. Psikanalizde en çok ilgisini çeken konu Narsisizmdir. Özneyle uğraşmayı özel tutkusu olarak niteler. Çalışmalarını dergilerde yayımlar.
Salome’nin en tanınmış ve en özgün yapımı “Erotik”tir. Erkek ve kadın arasındaki aşk üzerine yazılan dört makaleden oluşur. Aşk bir erkeğe yada kadına yönelik değildir.Ona göre erotik sevgi içinde biz, sandığımız gibi başkasıyla dolu değilizdir. Kendimizle, kendi durumumuzla doluyuzdur. Biz başkasına değil kendimize sarılıyoruzdur. Aşk kendi ölümüne çabalar. Aşk bu amaçtan vazgeçerse, gerçekleşmemiş bir çaba olarak yaşar. Salome için sadakat, özgürlüğü engelleyerek aşkın kendisini yok etmesinde önemli rol oynar. “Kadınların düşünceleri kalplerinden doğar” gibi kimi ifadeleri onun hemcinsleriyle arasına mesafe koyduğunu gösterir.
Evlilik, sevginin katilidir; evli eşler “birbirleri için önemsizdirler”. Sevgi, arkadaşlığın bayağı alt sıralarındadır; arkadaşlık, sevgiye ve daha da kötüsü cinselliğe dönüşerek yok olma riskinden korunmalıdır, çünkü “bedensel tutkudan ruhsal sempatiye giden yol yoktur, ama ikinciden birinciye gidilebilir” Her iki yolda da Salome’den bir tek şiir düşer insan aklına:

Kıyamete kadar olmak, düşünmek, yaşamak
Tut beni sımsıkı kollarındaVerecek başka mutluluğun yoksa,
Acılarını ver bana…"

Salome-Yasami ve Yapitlari, Angela Livingstone, Çev.: Semra Kunt Akbas, Ayrinti Yayinlari, 2001.Cumhuriyet Gazetesi Pazar Dergi eki, 25 Mart 2001, Sayi: 783, Sayfa: 6-7

Wednesday, June 3, 2009




Friends 1994-2004 yılları arasında Amerika Birleşik Devletleri'nde çekilen TV komedi dizisidir.


Konusu
New York'ta yaşayan 20'li yaşlardaki üçü kadın, üçü erkek, altı kişilik bir arkadaş grubunun yaşamları ile ilgilidir. Çekimleri 10 yıl süren dizinin karakterleri gerçek hayatta olduğu şekilde dizide de aynı oranda yaşlandırılmışlardır.

Rekorlar
Dünya ve Amerikan tarihinde en çok izlenen
TV komedi dizisidir.
Amerika'da sadece final bölümünü 51.1 milyon kişi izleyerek rekor kırmıştır.
100'den fazla ülkede yayınlanmıştır.
Dizinin çekimleri 10 sene sürmüştür.
DVD'leri en çok satan televizyon dizisidir.

Mekanlar
Monica ve Rachel'in (sonradan Monica ve Chandler'in) dairesi.
Joey ve Chandler'in (sonradan Joey ve Rachel'ın) dairesi.
Central Perk adlı kafe. Grubun uğrak yeri
Zaman zaman Ross'un ve Phoebe'nin daireleri ile karakterlerin iş yerleri de mekan olarak kullanılır

Thursday, April 23, 2009

defense of ‘an indispansable’

Invented as a means for transferring the information, internet can take lots of adjectives which can be seen as both negative and positive from a superficial perspective.But if we look at the deeper points it is not the internet which deserves bad definitions but the abuse of it such as invasion of privacy, plagiarism  and nasty usage which can be all taken under control; moreover we can not kill all insects in order not to be bothered by them.It must be admitted that we need internet anymore in a very similar way the nature need insects.

We use some cites like facebook which is a rich source for abusers of the internet.They can take your photographs or learn your mail address and hack you.But if we are careful enough such problems don’t disturb us and it is not that difficult.For instance we  don’t have to upload photographs, which is not vital as all we know.Moreover if we don’t accept friend reguests sent by unknown people we won’t have a problem result from them.

Our mouses have a right button which can have an option as copy which is our key word.Because of that, people can copy and paste creative works which is copyrighted and then they use these works as if these are their own works, which is named as plagiarism.But experts of this subject can solve this problem and I think it is easier for them than inventing internet! At worst our mouses can be produced one buttoned and then we as innocent users of this ‘copy’ opportunity will learn to type faster.

There is an issue that I personally name as nasty usage of internet.It is the most irritating part of  the internet abuse.When we open a webpage we sometimes have many troubles about irrelevant advertisements, foolish girl photographs and similar stuff most of which are viruses.But they are known to be so; so they can’t trick anybody anymore.They instead just bothers us.It is, I think, again the business of the experts.They should or have to and surprisingly can find a solution for that problem.

As we can see all problems are related to the abuse of internet and they can be solved in 5 or 10 years at worst.When they are solved, worse problems may come out but huge power of the internet to develop the world can not be ignored, and at this point we can not let it vanish because of the bad-mannered people or institutions.

Thursday, April 16, 2009

to be able to teach or not…

If you want to fly you should be familiar with birds as it is their profession.It is also true for foreign language education.Students become more successful when they are teached by native speakers of the foreign language they try to learn since they force themselves much more in those situations and they get used to the way of thinking in the language in that way and they like not bothering themselves.

Some people support the idea that studying foreign language with non-native speakers is useful because they think the students can use their native language when they need help but in fact the problem is exactly that.If they cannot explain their problem or situation when it is required how and why do they learn the language?

In the cases in which the native language of the student and the teacher are the same they can just make guesses about how some particular mentalities in the language.But if the teacher is a native speaker of the language teached and so students are directly exposed to the original source they get accustomed to the way of thinking in that language, which is one of the crucial parts of learning a foreign language.

As students or having been a student in the past we all know that it is always the easy road they choose; therefore the end is very clear: The moment a student has difficulty in the language he/she switches into their native language and what is even worse is that teachers don’t mind it not to embarrass the student.Upon looking at this picture it is unnecessary to talk about its effectiveness.

In brief, I think anything which will be transferred should be a part of the transferrer in order to be successful in transferring.